Düşüne düşüne buluyor insan, önemsiz gözükenin içinde gizli olanı. Hani kafa patlatmaya gerek duymadan tüketiyoruz ya saatleri, günleri, ayları, yılları… Hayat kelimesinin içine sıkıştırılmış rutinleri mecburiyet sanmak, olağanüstü bir konfor alanı yaratmışken, kötü bir ayrılık tecrübesi yaşatıyor kafa sallayıp kabul ettiklerimizin içini eşelemek. Çok az derine inince, inancımıza da kuşku düşüyor. Su gibi sızıyor toprağa ve küçük bir yara arsızlığıyla tatlı tatlı kaşındırıyor düşüncelerimizi. “Demek ki…” ile başlayan cümleler kurmanın çıkarttığı sesten rahatsız olan kişi sayısı sadece bir ise, yalnızlığınızın değil ama farkındalığınızın tadını çıkarmalısınız.
Bana Kimse Ne Olduğunu Anlatmadı diyor İbrahim Selim. Haklı. Kimse düşünmedi ki anlatsın. Susmayı mecburiyet, konuşmayı ise yürümek kadar elzem saydığımızdan beri, kelimeler bu denli sahipsiz. Hiçbir fikre ait olmadan, düşe kalka koşturup duruyorlar. Sonra… İşte her şey gelip geçiyor. Bugün, yarın oluyor. Yarın dediğimizse başka bir yarın adayının yerine geçiyor. Tabii ki karanlığın suçlusu zaman değil. Güneş hiç değil. Yanmayan ışıkların sorumlusu, elektrik kesintisi de olamaz. Siyahın içinde her şey, görünmezlik kalkanı sayesinde bu kadar rahat hareket edebiliyorken, ne diye aydınlık olsun ki? Çare, saklanmak ve kaybolmak olduğu zaman insan, kurtarıcısının Kaf dağının ardında olduğuna inanıyor. Ve işte tam da bu inanç, itaati sağlayıp yukarı kaldırıyor ellerini. “Kurallara uy, soru sorma. Git, gel. Hayat dediğin, yalnızca bu kadar.”
Sıradan kaygıları olan, her yetişkin gibi yaşam telaşına düşmüş Dave’in hikâyesinde açıyoruz gözlerimizi. Evli, çocuklu bir baba Dave. Uzun boyu ve iri cüssesiyle yanına yaklaşanı kolayca bir adım geride tutabilen biri. Gece kulüplerinde bodyguardlık yaparken bir gün, mesleği için olağan karşılanabilecek ancak aslında hiç de sıradan ve kabul edilebilir bir şey olmayan bir durum başına gelir. Belaya bu kadar yakın yaşamak istemediğini fark ettiği kırılma anı tam da budur. Çünkü onu görenlerin düşündüğünün aksine, şiddetle kol kola gezmeyi arzu etmiyordur Dave.
Önyargıları kırarak başlayan oyun, İbrahim Selim’in anlatım zenginliği ve sahne hakimiyeti sayesinde bir an bile durağanlaşmıyor. Sahne dekoru yok denecek kadar az. Tek bir soğan ağacı ile sınırlı. Buna rağmen İbrahim Selim yoklukta varlık, boşlukta doluluk yaratma gücüne muktedir bir aktör. Adeta havayı döverek ekmeğini taştan çıkarıyor. Görsel öğelere ihtiyaç duymadan gözümüzün içine sokuyor Dave’in yeni iş yeri olan sanat müzesini. Sonra kahramanımızın psikolojik derinliklerine adım adım inmemize yardım ediyor. “Dave”miş gibi yapmıyor, Dave oluyor. Sahnede seyrettiğimiz oyuncuyla sınırlı kalmıyoruz. Hatta bir süre sonra tiyatroya geldiğimizi de unutuyoruz. Karşımızda resmen yeni tanıştığımız ve hikâyesine ortak olduğumuz bir yabancı var. Merakla dinleyip onu tanıyoruz. İbrahim Selim yok. Kimdi o? İlgilenmiyoruz. Dave var. Yalnızca Dave.
Tabuları yıkan bir tablonun içeriğinde gizli olan anlama âşık oluyor Dave. Sonra da bu tablonun küçük, müstehcen resimlerin birleşmesinden doğduğunu fark ediyor. Bambaşka vücuda bürünen, hem dini hem felsefi anlam derinliğine haiz bu olağanüstü görselin mimarına derhal tutkuyla bağlanıyor. Düşündükçe daha fazla kapılıyor yaratma sancısının gizemli yolculuğuna. İlk bakışta inanç derinliğini sorgulayan tabloya yaklaştıkça, onu meydana getiren küçük parçaların tamamının zıt kutuplardan beslendiğini fark etmekse, kafasını epeyce karıştırıyor.
Tablo, dini anlam zenginliği bakımından hayranlık uyandırırken, ona bu mükemmel görsel gücü sağlayan parçaları, aksi yönde günahlardan besleniyor. İşte bu zıtlığın ortaya koyduğu anlam, Dave’e çok farklı bir yol haritası sunuyor. İroninin gücüyle basmakalıp fikirlerini bir çırpıda imha etmekle yetinmiyor, oluşan yeni duruma en çok kendisi şaşırıyor.
“Belki de Tanrı nereye bakarsan oradadır.”
“Tanrıyı nerede aradığın değil, ona ulaşmaktır mühim olan.”
Şekilciliği bir kenara bırakır bırakmaz tabloyu eleştirenlere karşı savunmaya geçiyor. Hem de yaratıcısından bile daha büyük bir tutkuluyla. Bağnazlığın galip gelmek için uğraş verdiği bir ortamda, dini düşünceye fazladan boyut kazandırmak elbette hoş karşılanmıyor. Resim protesto edildikçe Dave olayı daha fazla içselleştiriyor. Tabii orada bulunma nedenini mesleki zorunluluk olmaktan çıkarması da sürpriz olmuyor bir süre sonra. Ve sonunda… Olabilecek en kötü şey gerçekleştiğinde, buna sebebiyet verecek hatada pay sahibi olmanın üzüntüsüne yenik düşüyor. Öyle ki resmi gerektiği gibi koruyamamanın özrünü dilemeye dili varmıyor. Hayranlık beslediği kadından tek bir cümle duymayı ümit ediyor artık.
Ama beyhude bir telaş bu. Gerçekle yüzleştiği an, daha da derinden sarsılıyor kahramanımız. Resmin yaratıcısı için her şeyin anlamı, Dave’in yarattığı dünyadan apayrı ve tamamen acımazsızlıkla doldurulmuş vaziyette. Bu kez üzüntü ya da pişmanlık çalmıyor kapısını. Bambaşka bir acıyla yüzleşiyor. Aldatılmışlık hissi, o ana kadar sorguladığı her şeyi parçalara ayırırken, dönüşüm geçirmesini sağlayan ironi de anlamını yitiriyor. Çünkü dünya, inancını revize etmesini sağlayacak kadar ilkelerine sadık olmadığı gibi umut zenginliği de barındırmıyor. İnancın ve ahlakın el ele tutuşması, güçlü bir etik değer olabilecekken, ikisi birbirinden uzaklaştıkça insanların onlara daha fazla sarıldığını fark ediyor.
“Skandalların insanları etki altına alma gücü, bütün ahlaki ve düşünsel değerlerin çok ötesindedir.”
“Üreten, düşünen kaybeder. Eleştiren kazanır. Eleştirilen ise konuşuldukça şöhret olur. Şöhret olmak ise, savunduğun düşünceden çok daha büyük ve önemlidir. Şayet şöhret olmayı başardıysan, artık savunduğun şeylerin bir önemi yoktur.”
Bittiğine inanamadığınız bir oyun Bana Kimse Ne Olduğunu Anlatmadı. Sanki devam edecekmiş gibi. Daha doğrusu “Keşke bitmese…” diyerek etrafınızdaki seyircilerle göz göze geldiğiniz bir tiyatro şöleni. Doyumsuz bir anlatım. İbrahim Selim, dekor ve teknolojinin nimetlerinden faydalanmadan, tempolu, düşündürücü ve insana dair bir hikâye birikintisiyle sınıyor seyircisini. Ve seyircisine, yarı yolda bırakılma hissi armağan ederek veda ediyor. Sadece altmış dakika sürmesi, su götürmeyen bir zalimlik.
Hikâyeciliğin özüne yapılan bu yolculuğu mutlaka deneyimlemenizi tavsiye ederim. Keyifli seyirler, derin derin düşünmeler eşliğinde… Bu varışsız yolda sizlere iyi yolculuklar dilerim. “Ne çabuk bitti?” diyeceğinize bahse girerim.
Oyunun Künyesi
Yazan: Nick Hornby
Çeviren: Melisa Kesmez
Yöneten: Serkan Salihoğlu
Oynayan: İbrahim Selim
Yapımcı: idPro
Uygulayıcı Yapımcı: Omnia Yapım
Müzik: Ömer Sarıgedik
Yönetmen Yardımcısı: Berçem Açığ
Yapım Koordinatörü: Başak Saygılı
Fotoğraf: Ayşegül Karacan
Afiş Tasarımı: Berkcan Okar
Sosyal Medya: Dor Productions
Topluluk:ID İletişim
Tür: Trajedi, Dram
Seanslar
Afiş