“İçeride, dışarının gereksiz baskılarından kurtuluyor insan, özgür düşünmeye başlıyor’’
Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın sahneye koyduğu ve Ankara turnesinde yakaladığım ‘’İçerdekiler’’ oyununa büyük bir merakla gittim. Merakımın en büyük sebebi derslerde tam da Melih Cevdet Anday’ı ve oyunlarını konuştuğumuz zamanlara denk gelmesiydi. Oyun iki perde ve yaklaşık iki saat civarında sürüyor.
Oyuna genel bir perspektifle baktığımızda garip akımının temsilcilerinden olan Melih Cevdet Anday’ın şiirlerine uyguladığı gibi oyunlarında da duygulardan öte söylemlere ağırlık verdiğini rahatça söyleyebiliriz. Bu yüzden oyun kişileri karakter özellikleri taşımaktan uzaklar aslında. Öyle ki oyun kişilerinin kendilerine ait isimleri dahi yok. Komiser, öğretmen ve baldız olarak üç oyun kişisini izliyoruz. Oyunun ilk perdesi, bir bildiri yüzünden gözaltına alınan öğretmenin komiserin odasında, komiserle olan konuşmalarından açılıyor. Daha sonra öğreniyoruz ki öğretmen, tutuklu olmamasına rağmen siyasi şube müdürü tarafından 345 gündür sorgulanmakta. Perde komiserin, öğretmenin bildiriyi yazdığını itiraf etmesini ve bu bildiriyi başka kimlerin yazdığı konusunda isim vermesini istemesi üzerine şekillenir. Komiser ise karısını göreceği için oldukça gergin ve sabırsızdır. Çünkü hafta içi komiserden, hafta sonu karısını göreceğine dair söz almıştır ve eşiyle odada baş başa kalacaktır. Öğretmenin günlerdir bu anı düşündüğünü söylemesi üzerine, tam bu noktada seyirciyi derin bir sorgulamaya iter. Beden- ahlak- gerçek- iktidar- suç- ilişkiler- eğitim ekseninde giden tartışma ve sorgulamalar sahnenin enerjisini bazen düşürüp bazen de yükseltti. Öğretmenin karakolda kaldığı süre boyunca duygusal ikili ilişkilerden tamamen sıyrılmış halde yalnızca cinsel bir güdü ile eşini düşlemesi noktasında, öğretmenin eşini özlediği sonucuna da varamıyoruz. Ortada düşlenen bir beden var fakat bu bedenin kime ait olduğunu kestiremiyoruz. Öğretmenin bize söylediği, gözünün önüne gelen bedenin eşinin olduğu ama eşinin yüzünü hatırlayamadığı. Bu başsız bedenden iki uç noktaya varabiliriz. Erkek cinsi, eşi olsun veya olmasın hayatını cinsel güdüleri üzerinden şekillendirir. İkincisi, insan sosyal yaşamdan izole bir halde yaşadığı süre sonucunda anlar ki, hayatı duygusal ilişkileri veya ihtiyaçları değil, cinsel güdüleri yönetir. Bu bence insanın varlığından beri hala tartışılan bir mesele. Birinci perde, öğretmenin komiserin odasında tek başına eşini beklediği sırada baldızının çıkıp gelmesiyle son bulur.
İkinci perde ise öğretmen ve baldız arasında geçiyor. Öğretmenin eşi, mide rahatsızlığından dolayı ve ‘’nasılsa görüştürmezler’’ diyerek gelemiyor ve kardeşini yolluyor. Burada seyirci olarak ahlak üzerine yoğunlaşan daha sert ve derin sorgulamalar yaşıyoruz. Bu defa tartışma ahlak-kadın-erkek-evlilik ekseninde birleşiyor. Perde ilerledikçe komiserin birinci perdedeki gibi öğretmenin üzerinde kurduğu baskıyı öğretmen de baldızının üzerinde kurmaya başlıyor. Yani sürekli olarak iktidar ilişkileri değişkenlik gösteriyor. Bu yönden oyun oldukça hareketli ilerliyor. Öğretmen ve baldızın cinsellik üzerinden dönen tartışması, bana toplumsal roller ve tabuları düşündürdü perdeyi izlediğim süre boyunca. Öğretmene baktığımızda karşımızda gördüğümüz tek şey psikolojik açıdan çökmüş bir adam. Sosyal olarak uzun süredir görüştüğü kimse yok. Yalnız ve belki de şefkat eksikliği var. Peki bu durum cinsel arzularını meşru kılar mı? Kadın ve erkek cinsini en saf halleriyle ele aldığımızda cinsel bir birliktelik için bütün koşulları sağlamış oluyoruz. Fakat insan (kadın-erkek) yaşadığı toplumun içinde birçok toplumsal role bürünüyor. Anne, baba, teyze, amca, baldız, abla, ağabey, arkadaş vs. Bu da bir nevi cinsel tabularımızın oluşmasını sağlıyor. Cinsel birliktelik için erkeğin veya kadının yanına bir eş veya sevgili konumunda olan bir bireyi koyma gereksinimi ortaya çıkıyor. Oyun, içerdekiler ve dışardakiler ayrımını kurarken dışardakileri gizlenmek ve saklanmak ile ilişkilendiriyor. İçerdekiler ise daha saf ve açık seçik. Bu esnada başka bir soru daha ortaya çıkıyor tabi. Hangisi gerçek?

Oyunda müzik kullanımı yalnızca perde başlangıçları ve sonlarına ayrılmış. Bana kalırsa düşünme üzerine yoğunlaşan bir oyunun fazla müziğe ihtiyacı yok. Bu bakımdan herhangi bir rahatsızlık hissettirmedi bana. İlk perdede oyunculuklar daha minimal kaldığından zaman zaman ses arka taraflara ulaşmakta zorlandı. Onun dışında oyunculuklar gayet dozundaydı ve seyir zevki yüksekti. Ben birinci perdeye nazaran ikinci perdeyi daha çok beğendim. Metin hem oyunu izlerken hem de oyun sonrasında beni fazlasıyla düşünmeye sevk etti. Uzun zamandır bu kadar sorgulama yaptığımın bir oyuna gitmemiştim. Bu açıdan da güzel bir akşamdı benim için. Aynı zamanda, oyunun ironik ve gülümseten bir dili de var. Sistem döngüsünü oldukça eleştirel bir biçimde gözler önüne sermesine yardımcı oluyor aslında. Oyunu birçok yönden rahatlıkla okuyabiliyoruz.
Ek olarak, ilerleyen günlerde oyunun Hüseyin Karabey tarafından çekilmiş olan filmini de izledim. Oyunculuklar başarılı olsa da filmi başarılı bulmadım maalesef. Film denildiğinde tiyatro sahnesinde göremediğimiz şeyleri de kapsayan bir seyir bekliyorum ister istemez. Bu yüzden çok tek düze kalmış ve akmakta zorlanan bir filmdi.
Hayat, kadın-erkek ilişkileri ve iktidar üzerine düşünmek isteyenler için mükemmel bir oyun. Gidiniz, görünüz, izleyiniz…






Oyunun Künyesi
Yazar: Melih Cevdet Anday
Yönetmen: Mert Kırlak
Müzik: Ali Eyidoğan
Dekor Tasarımı: Aylin Önen, Alp Ateş
Işık Tasarımı: Mustafa Kala
Dramaturg: Şafak Özen
Oynayanlar: Sinan Demirer, Emre Basalak, Özlem Baykara
Topluluk: Eskişehir Şehir Tiyatroları
Tür: Dram
Seanslar
Afiş
Okuması keyifli, güzel noktalara parmak basmış bir eleştiri metni. Teşekkürler 👏👏