Nushu Tiyatro’nun İlk Oyunu “Bir Tatlı Kaşığı Çamur” Üzerine Söyleşi

“…Oyun oynamıyoruz burada. Mutfaktaki sırlarımızı anlatıyoruz. Birbirimizden gizli saklımız kalmasın diye toplanmadık mı? Ağlaman için söylemedim. Ne var bunda? Kimileri alt dudağını ısırır, kimileri tırnaklarını yer. Birbirimizden ne farkımız var? İkiye ayrılıyor kadınlar; saçlarının aklarını kapatanlar ve kapatmayanlar hepsi bu…”

Nushu Tiyatro’nun “Bir Tatlı Çamur” oyununu, yönetmeni Pınar Akkuzu, oyuncuları Cansu Canaslan ve Bengisu İspir ile konuştuk…

Pınar Arabacı: Bir Tatlı Kaşığı Çamur’un, Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü, doktora seminer dersleri kapsamında, toplumsal cinsiyet üzerine yapılan bir araştırma projesi sonucunda Elif Candan tarafından yazıldığını biliyoruz. Sizin bu projeden nasıl haberiniz oldu? Yazar, yönetmen ve oyuncular olarak ilk karşılaşmanızdan ve bu oyunu yapmaya nasıl karar verdiğinizden bahseder misiniz?

Cansu Canaslan : Biz Bengisu ile Yeditepe Üniversitesi’nde öğrenciydik. Metinle ilk karşılaştığımızda 3. sınıftaydık. Şimdi mezunuz. Bir proje dersi için metin aradığımız o günlerde Elif Hoca’nın adını özellikle feminist dramaturji derslerinde sık sık duyuyorduk. Sonra da bu metninden haberdar olduk. 

Bengisu İspir: Proje dersimizde “Tek kişilik bir metin iki kişi oynanabilir mi?” sorusu ile yola çıkmıştık. Çok metin okuduk bu araştırma sürecinde. Ama Elif Hoca’nın metni ile karşılaşana kadar gerçekten istediğimiz şeyi bulamamıştık. Metni okur okumaz çok sevdik. Ve böylece okul projemiz için çalışmaya başlamış olduk. 

Cansu Canaslan: Ama ne yazık ki bizim çalışmamız da pandemi nedeniyle sekteye uğradı. O zaman aralığında da artık mezun olmuştuk ve projemizi profesyonel hayata taşımaya karar verdik. O zaman da bir yönetmen arayışımız başladı. Bu metni hakkını vererek nasıl sahneleyeceğiz? Yönetmen olarak kime emanet edeceğiz? Feminist kuram bilen, aynı zamanda fiziksel tiyatro deneyimi de olan bir kadın yönetmen arayışındaydık. O noktada sevgili Pınar Akkuzu ile iletişime geçtik.  Böylece bir araya gelmiş olduk.

Pınar Arabacı: Metin toplumun farklı kesimlerinden şiddete maruz kalan kadınlarla yapılan röportajlardan özellikle bir tanesi üzerine yazılıyor. Bu röportajı dinleme şansınız oldu mu? 

Cansu Canaslan: Evet, röportajı prova sürecindeyken dinleme şansımız oldu. Çok ağır şeylerin anlatıldığı bir röportajdı, çok etkilendik.  Bizim de önyargılarımızın olduğunu anladık o karaktere dair. Röportajı dinledikten sonra oyunculuğumuzda da metne yaklaşımımızda da bu yargılardan arınarak aksiyon aldık diyebilirim.

Pınar Akkuzu: Biz provalara başlamıştık Cansu’nun da dediği gibi. Oyunun dünyasına dair genel yapı ortaya çıkmaya başlamıştı. Röportajı dinlemek bize “Doğru yoldayız” dedirtti diyebilirim. Özellikle röportaj veren kadının çocukluğuna dair çok şey vardı bizi etkileyen. Çok sarsıcı hikayelerdi bunlar. Fark ettik ki “kadınlık” diye genel bir tanım yapamıyoruz. Herkes kadınlığı içinde bulunduğu sosyo-ekonomik koşullara göre çok farklı deneyimlerle yaşıyor. Ama bir yandan da fark ettik ki, çok genel ve büyük bazı sorunlar var. Sosyal, ekonomik ve kültürel durumlarımız farklı olsa da, bu sorunlar hepimizin ortak sorunları. Bunlardan en önemlisi de, hakkında karar verilen olmak deneyimi. Bir kadın olarak hakkınızda birileri sürekli kararlar alıyor ve siz çoğu zaman bunun faili değilsiniz. Hiçbir şekilde seçme ya da seçerek ilerleme şansı tanınmıyor size pek çok konuda. Bizim dinlediğimiz röportajdaki kadın başka bir sosyal sınıftandı. Belki onun deneyimlerini çok derinden anlayamadık ama aslında çok önemli bir ortak paydada buluştuğumuzu anlamış olduk, az önce söylediğim yerden. Bu ortaklık bizi çok sarstı. 

Pınar Arabacı: Metin somut belgelerden ve gerçek hikayelerden dramaturjik bir yapı kurarak yazılıyor. Sürekli devam eden bir anlatı var. Siz ise metod olarak fiziksel tiyatro ekolünden hareket ediyorsunuz. Bedenle anlatımın metinden daha fazla ön plana çıktığı bir tiyatro biçimi. Görselliği ve fiziksel aksiyonu metnin önüne geçiriyor. Bu nedenle oyunu sahneye taşımak için çalışmaya başladığınızda nasıl ilerlediniz? Sözün bu kadar baskın olduğu bir metinde hareket ile anlatımı kurarken nasıl çalışmalar yaptınız?

Pınar Akkuzu: Provalara metni parçalarına ayırarak başladık. Bu benim sevdiğim bir çalışma biçimi. Bütünü tek tek ayırdık. Bütün bu parçalamalardan sonra her parçanın fiziksel olarak bedendeki karşılığı ne, yani o parçanın oyuncuların bedenindeki tepkisi ne ve gerçekten nasıl kendi bedenleri ile o parçayla ilgili bir anlatım biçimi kurabilirler? Fiziksel tiyatro tam olarak burada devreye girdi diyebilirim. Bu çalışmayı yaptıktan sonra oyunun genel reji tavrı da ortaya çıktı aslında. Temaları ayırıp her parçanın kendi içindeki ana dinamiğini bulduktan sonra gerçekten tam olarak iki oyuncu ve röportaj fikrinde karar kıldık. Sorulan sorular üzerinden metnin orasına karşılık gelen temaları kapsayarak oyuncuların nasıl cevap verebileceğini çalıştık. Bedenle kendilerini ifade etmelerinin mümkün sınırları neler? O sırada nasıl bir hareket biçimi o temanın içinden doğru seyirciye çarpar? Bunu araştırarak ilerledik.

Bengisu İspir: Pınar, oyuncular olarak bizim bedensel özgünlüğümüze de alan açmayı amaçladı. Mesela ilk parçada “Kendinizi tanıtır mısınız?” sorusuna ilk olarak mutfakla başladık provada.

Pınar Akkuzu: Ben oyunculara dedim ki mutfaktasınız şu anda. İki kadınsınız ve bize kendi mutfağınızın ne kadar güzel, harika bir mekân olduğunu, sizin orada olmaktan ne kadar çok zevk aldığınızı, hatta onunla seviştiğinizi, belki orgazm olduğunuzu nasıl gösterirsiniz? “Hadi dilediğiniz gibi oynayın” dediğimde, Cansu da Bengisu da kendi araştırmalarına başlamış oldular sahne üzerinde. İster istemez işin içine hareket düzenleri ve kuvvetli mimler girmeye başladı. Sonra temanın absürtlüğünü de biraz ortaya çıkarabilmek adına mimler soyutlanmaya başladı. Biraz ilerledikten sonra, hareket düzenini çalışabilmemiz için Ceyda Özcan geldi provalara. Onunla birlikte bizim bulduğumuz bu soyutlanmış hareketlerin, bu kaotik araştırma alanının dingin ve düzenli bir yere nasıl taşınabileceğini çalışmaya başladık. Böyle böyle ilerledik ve bedenin anlatımını kuvvetlendirdik. Zaman zaman sözün hareketini de aradık provalarda. Söz hareket etse oyuncu bunu bedeniyle nasıl anlatır gibi çalışmalar da yaptık.

Cansu Canaslan: Sadece sözle klasik bir yapı var etmek istemedik. Fiziksel hikâye anlatıcılığını merkeze alan, zaman zaman çağdaş dansa dönük nüanslar da taşıyan bir hale büründü çalıştıkça. Oyunculuk biçimleri de grotesk oyunculuğa yakın. Maske oyunculuğu kullanıyoruz kesinlikle. Clownesk dokunuşlar da var. Keskinliklerimiz ve tepkilerimiz, beden maskelerimiz için grotesk dememiz doğru olur. Zaten kostüm olarak da kat kat giydirilmiş taş bebekler gibiyiz. O bebekliğin verdiği bir beden maskesi de var malzeme olarak. Bunların hepsini harmanladık ve ortaya oyun çıkmış oldu.

Pınar Arabacı: Metnin hikâyeyi aktarım biçimi, klasik kurgu, kronolojik zaman ve lineer yapının çok dışında yazılmış. Oyuncular bazen birden çok ve bazen de aynı sahne içinde belki aynı kadın olarak anlatıyorlar hikayelerini. Bu bakımdan sanki bir rüya/ kâbus uzamının, tekinsiz bir boşluğun ya da zihinde olan bir hatırlamanın/sayıklamanın, bir iç monoloğun takibini yapıyor gibiyiz. Bu aktarım biçimi nedeni ile metnin seyirci tarafından anlaşılamayacağına dair bir kaygınız oldu mu? Ya da bununla ilgili seyirciden herhangi bir geri bildirim aldınız mı?

Pınar Akkuzu: Metni ilk okuduğumda gerçekten endişelendim. Başı, sonu ve ortası yoktu metnin.  Anlatıcıda “Merhaba, ben kadın, şu yaşımdayım, bakın şu oldu bu oldu.” gibi anılarında geriye gidip zaman zaman an’a döndüğü bir durum da yok. Her şey çok kaotik ve kadın bunları toparlamaya çalışıyor. Zaman zaman toparlayamıyor. Zaman kırılıyor, eğiliyor, bükülüyor, sürekli zamanda sıçrıyor. Bu bakımdan zorlayıcıydı. “Tamam” dedim, çok güzel ama bunun sahnelemesi nasıl yapılacak? Sonra fark ettim ki bizler hayatlarımızda da sanatta da döngüyü unutuyoruz çoğu zaman. Başı sonu olan bildik bir şey arıyoruz. Bu daha ataerkil bir anlatı. Tarihsel olarak da eril düzen yavaş yavaş hayatlarımıza girmeye başladıktan sonra aslında bir başlangıcı ve sonu olması gerektiğine inandırılmışız durumların. Olayların ortasının ve deneyimin çok önemli olmadığı, önemli olanın her daim ilerleme olduğu, “Geriye asla bakma, hep ileriye git, sorumluluk al! Başla ve bitir” gibi söylemlerin bizi ele geçirdiği yerlerde dolanıyoruz.  Bu da başka bir dayatmacı inşa biçimi. Bir şeyin başlangıcı ve bitişi varsa gerçekten lineer bir çizgi var demektir. Bu da sonradan kurulan bir biçim. Çok daha eskilere örneğin mitlere baktığımızda, eski sözlü anlatımlara baktığımızda oralarda zaman lineer değil. Döngüsel olarak devam ediyor. Özellikle ilk arkaik yaşamları düşlemeye çalışırsak isimleri bile yok. Herkes yaşamın bir yerinden alıyor yola devam ediyor, sonra ölüyor. Diğeri anlatıyı ondan alıyor, devam ediyor. Anladık ki, bu metnin yazarı da bunu yapmaya çalışmış. Zamanı bir yerinden alıp, bir yerden sürdürüp, başka bir yerden alıp yeniden başlayıp, bırakıp devam etmiş. Zaman aslında böyle bir şey zaten. Anlatılan parçaları da hayat gibi bir yerinden yakalayıp dinliyoruz biz. Ve bu döngüsel zaman fikri de çok kadına ait bir şey. Çünkü regl oluyoruz biz mesela her ay, bir menstrüasyon süremiz var, dolunayın döngü takvimi ile benzerlik gösteren. Ve bizim algılayıp deneyimlediğimiz zaman daha kırılgan. Metni çalışıp sindirdikçe bu döngüselliği kavramaya başladım ben de yönetmen olarak.

Cansu Canaslan: Mesela oyundaki sorular için şu birinci soruydu, bu beşinci soruydu gibi bir sıralama yapamazsınız. Bunun bir önemi de yok. Son soru ile de başlayabilirdik biz oyuna. Yine ne anlatmak istediği anlaşılacaktı. Burada şunu gözettik sadece, elbette bir performans alanındasınız ve seyirci ile karşılıklı bir anlaşmanız var. Oyun olduğu için başını ve sonunu belirlemek zorundayız seyirci için. Bu iki sınırı koyduk ama onun dışında her şey çok akışkan ve döngüsel. Kadın zamanı böyle bir şey çünkü, döngüsel yaşanıyor. İlk on dakikadan sonra da seyirci bu döngüselliği kavramaya başlıyor.

Bengisu İspir: Anlaşılmayız gibi bir kaygı taşımadık. Sadece kendimizi, kendi dilimizle nasıl ifade ederiz kaygımız vardı süreç boyunca. Oyunun ilk on dakikası oyuncu olarak bizim de hissettiğimiz bir zaman aralığı. İlk on dakika seyirci bizden daha uzak, anlamaya çalışırken daha mesafeliyken, sonra onlar da oyunun içine giriyor. Şöyle yorumlar aldık ve bunların çok kıymetli olduğunu düşünüyorum: “Gülümsemem yarım kaldı, gülecekken oyunun içinde öyle bir şey oldu ki gülemedim, bir yandan hüzünlendim ama sonrasında yine gülmek istedim, duyguların arasında hızla gidip geldim”… Seyircinin de bu tekinsiz ve döngüsel dünyayı anlamak için kendi zamanına ihtiyaç duyduğunu gözlemledik. 

Pınar Arabacı: Biraz da oyunun gizli oyuncusu dış sesten bahsedelim. Hayatlarını sorgulayan soğuk ve duygusuz bir dış ses var. Sorulan soruların hatırlattıklarından duydukları rahatsızlığı da görüyoruz. Onları soruları ile durduran ya da harekete geçiren dış ses neyi temsil ediyor? 

Pınar Akkuzu: Metnin orijinalinde bir röportaj konsepti yok. Bir kadın mümkün olduğunca gerçekçi bir mutfak dekorunda tek başına anlatıyor hikâyeyi. Fakat biz röportajdan yola çıkılarak yazılmış bir oyunda bunu kullanmak istedik. Dış ses konusunda ilk katmanda kaldık, fazladan bir anlam yüklemedik. Bir röportaj konsepti var ve gerçekten soru sorması gereken biri var oyunda, bunu vermeye çalıştık. “Şu anda siz bir röportaj anına tanık oluyorsunuz aslında” dedik seyirciye. Dış sesi bir insan olarak, bir kimlik olarak tanımlamaktan öte biçimi benim için önemliydi yönetmen olarak. Emir kipinde konuşmayan ama bir rahatsız ediciliği de olan, çok yumuşak da olmayan, belirli bir mesafeden sorularını soran bir gözlemci gibi durdu orada. Görev bilinciyle sadece işini yapıp sorularını soran bir dış ses. Soruyu ortaya bırakıp o kadınların o soruyla nasıl mücadele ettiğini gören, izleyen. Seslendirme işini de bizi kırmayıp yardımcı yönetmenimiz Gizem Akdoğan üstlendi. 

Cansu Canaslan: Orada önemli olan röportajı yapanın varlığı değil de bu sorularla karşılaşan kadınların durumu diyebilirim, oyuncu olarak. Seyirci de kendi hayat deneyimine göre dış sese bir sıfat yükledi diye düşünüyorum ben. Yüklemeye de devam edecek gibi görünüyor.

Pınar Arabacı: Oyuncuların seyirci ile doğrudan ilişki kurdukları pek çok ana tanık oluyoruz. Onlardan bir şeyler istedikleri, soru sordukları, çamurdan yaptıkları keki yemeleri için ısrar ettikleri, bir misafir gibi davrandıkları anlar. Karakterler seyirciyi kim olarak kodluyor?

Pınar Akkuzu: Bana kalırsa burada seyirci onları inşa eden herkesi temsil ediyor.  Oyunun başında da görüyoruz ki hiç bilmedikleri bir uzamda kendilerini buluyor kadınlar. “Neredeyim, ne giyiyorum, niçin buradayım, bu insanlar kim?“ Sorularının yanıtlarını anlamaya çalışıyorlar. Belleğin kırıldığı bir anla açılıyor oyun ve artık her şeyi seyircinin belirlediği bir yerden başlıyor. “Bana bakıyorlar. Anlatmaya başlamalıyım” anından açılan bir oyun. Kadınlara dışarıdan bakan ve onları oldurmaya çalışan her gözü temsil ediyor seyirci oyundaki kadınlar için. 

Bengisu İspir: Şunu da ekleyebiliriz. Oyun seyircinin de çabasını istiyor, ama bu iyi bir çaba. Seyirci de bu döngünün içine girmenin yolunu kendi buluyor. Bu çok kıymetli bir sonuç oldu bizim için. Bir anlam dünyası var sahnede. Değişiyor, dönüşüyor yeniden yaratılıyor. Takibi emek istiyor.  Seyirciyi her daim gerçekten uyanık olmaya zorluyor.  Seyirciyi de bu anlam dünyasına davet ediyoruz. Kendisi süzebilsin istiyoruz hikâyeyi. Yani neresinde duruyor bütün bu anlatılanların, en azından tahayyül edebilsin. 

Pınar Akkuzu: Anlamlar evrenine atılmak zaten çok aktif bir şey o yüzden belki de metaforları bu kadar seviyoruz, çünkü zihni çalıştırıyor ve insanın yaşama dair bütün biriktirdiği deneyimin tortusuna dokunuyor. Hem zihninde hem de bedensel olarak hissediyor izlerken bunu seyirci. Metaforların güzelliği ve esrikliği de buradan geliyor sanırım. Oyun bu anlamda seyirciyi de aktif kılıyor. 

Pınar Arabacı: Oyundaki karakterler yalnızca kadın olarak tanımlanıyorlar. İsimleri yok. Bu tercihin sebepleri nedir?

Cansu Canaslan : Kadınlık bize yapıştırılan bir şey. Kız çocuğu olmak da aynı şekilde. Bütün bu toplumsal cinsiyet tanımı üzerinden “kadın” olma/oldurulma hikayesi aslında çocukluktan başlıyor. Bu sebeple diyebilirim ki evet, bilerek isim kullanmadık. Zaten metinde de kadının ismi geçmiyor. Kadın diye geçiyor sadece. 

Pınar Akkuzu: Cansu’nun da dediği gibi, kadınlık ve çocukluk birer inşa. Biz bu oyundaki kadınla bütün kadınların ortak derdi olan durumları görünür kılmaya çalıştığımız için bir isim kullanmadık. 

Yavuz Pak: Görünmeyen emek, aile (hane) içinde kadınlar tarafından yapılan ve karşılığı ödenmeyen işlerin bütününü ifade eden bir tanım. Bu emeğin görünmeyen emek olmasının en önemli nedeni, ücretlendirilmemiş olması. Bu emek biçimi, cinsiyete dayalı iş bölümü çerçevesinde doğallaştırıldığı için de “görünmez” olarak tanımlanıyor. Oyunun merkezinde kadının ev içi emeği ve bunun değer görmeyişi, maddi olarak da bir karşılığı olmayışı var. Oyun bu kavramı nasıl ele alıyor? 

Pınar Akkuzu: Ev kadını olan çok insan oyunu izledi. Farklı sosyal sınıflardan belki ama ev kadını olan seyircimiz çok oldu. Gerçekten kendilerini gördüklerini ve hakikaten böyle böyle delirdik diye ortaklık kurduklarını söyledikleri geri bildirimler aldık. Ev içi emek konusunda özellikle yazarımızdan feyz alarak birçok şeyi de biz ekledik aslında. Camları silmek, çocuklara bakmak, pazara gitmek… Bütün bu kalemleri, bir kadının üzerine bu anlamda ne kadar büyük yükler bindiğini detaylarda göstermek istedik. Bu, bizim gibi çalışan kadınlar için de hala geçerli çoğu zaman. Ev içi emek konusunda ister istemez bu halin içine giriyoruz. Bu dengesizlik öğrenilmiş olduğu için yaşanıyor bizim evlerimizde de çoğu zaman. Hangi sosyal sınıftan olduğunuz ve çalışıp çalışmadığınızdan bağımsız olarak böyle yetiştirildiğiniz için siz de bunun ayrımına varamayabiliyorsunuz. Bütün kadınlar bu işleri yapmak biraz bizim ödevimiz, görevimiz gibi görüyor. Özellikle annelerimiz üzerinden biz oyundaki kadınla bu bağlamda çok ortaklık kurduk. Kız çocukları olarak her zaman için gördüğümüz şey, anne dediğimizde ilk aklımıza gelen mekân; mutfak. Herkesin kafasında çocukluğundan kalan bir anne imgesi vardır. Ben kendi adıma anne dediğimde, annemin hazırlanıp dışarı çıktığı bir an gelmiyor gözümün önüne, ya da annemin dışarıda öfkelendiği, bağırdığı bir hali de aklıma gelmiyor. Anne deyince evde, mutfakta olan, sürekli ev işi yapan, bizim bakımımızı üstlenen bir kadın aklıma geliyor. Bizden önceki nesillerin alışkanlıklarını da içimizde taşımaya devam ettiğimizden bunlardan özgürleşmekte zorlanıyoruz belki de. Biz de bu evi içi emeğin kadının hayatında nasıl büyük bir alanı kapladığını seslerle, tekrarlarla, kullandığımız nesnelerle göstermek istedik. 

Cansu Canaslan: Prova süreçlerinde de kendi annelerimiz, anneannelerimizle ilgili anılarımız üzerinden çok konuştuk bunu. Birbirimize bu deneyimlerimizi aktardık. Kadın ve ev işi ile ilgili bölümleri çalışırken oyunun hep bu bilgi aktarımı üzerinden şekillendi provalar. Bengisu’nun oynadığı maske ile benim oynadığım maske arasındaki farkları da bu şekilde ortaya çıkardık. Kendi ailelerimizdeki kadınları da gözlemleyerek, anılarımızdan ortaklık kurarak oluşturduk kendi oyunlarımızı. Benim de Bengisu’nun da maskelerinin biricikliği buralardan çıkmış oldu diyebiliriz. Kendimize döndük ve bizde ne varsa onu paylaştık. 

Yavuz Pak: 20. asrın değerli filozoflarından Althusser, eğitimi, devletin baskı ve ideolojik aygıtlarından biri olarak görür ve okulları egemen ideolojinin çocuklara aşılandığı bir yer olarak tanımlar. Bu bakış açısına göre, zorunlu eğitim, bir toplumsal kontrol aracı olarak kullanılır. Çünkü sistem, ihtiyaç duyduğu sadık ve itaatkâr iş gücünü ancak böyle yetiştirebilir. Öte yandan, okula gitmek özellikle kız çocukları için evden dış dünyaya açılan ilk kapı, bir bakıma kadının agoraya çıkışı. Müdürün itaat isteyen sesi, çocuk şarkıları, okulda uyulması gereken kurallar. Bütün bunların oyundaki kadın/ kadınlar üzerindeki etkisi nedir?  Oyundaki kadının okulla ilişkisi bu bağlamda nasıl değerlendirilebilir?

Pınar Akkuzu: Özellikle bizimki gibi toplumlarda kurum olarak okullar da ne yazık ki çok sorunlu ve sıkıntılı. Evet, özgür düşünmek yerine itaat etmeyi öğretiyoruz, öğreniyoruz. Okul bizim “makbul vatandaş” olmamız için eğitildiğimiz yer. Terbiye edilmemiz gerekir ki, düzen bozulmasın. Hayattan herhangi bir haz almayalım. Eşitlik, çeşitlilik, kapsayıcılık gibi şeylere bulaşmayalım, özgürlüğü fark edersek çünkü düzenin devamı zorlaşır. O nedenle her daim başımızı kaldırdığımızda kesilmek zorundayız. Bu nedenle kadın/ tavuk benzerliği üzerinden metafor kuruyoruz zaten oyunda. Tahakküm daha ilkokulda içimize yerleşiyor. Tahakkümün başlangıç zinciri oradan başlıyormuş gibi geliyor bana. Sizi nesneleştiren ve size de bunu yapmayı öğreten bir sistem. Bu bir kere başladığında devamı da geliyor. “Kadını nesneleştirebilirim, çocuğu nesneleştirebilirim, hayvanları nesneleştirebilirim” diyor sistem. “Göçmenleri, azınlıkları, LGBTi+’ları… Çünkü benden değiller, bana faydaları yok, tehlikeliler sisteme karşı. Hepsini istediğim gibi eğip bükebilirim ve istemediğimde de kesip biçerim, harcarım, dışlarım, faydalanırım, onun hakkında söz sahibi olurum ve onun adına karar alırım” diyor. Oyunda kadının çocukluk ve eğitim hayatı ile ilgili sahnelerle, oyuncak bebek gibi olma halleriyle, okulda öğretilen şarkılarla, şiirlerle, marşlarla anlatmak istediğimiz, işte tam da bu kurulu yapının içerisine doğduğumuz. Bunun da eğitim hayatı aracılığıyla içimize yerleştirildiği. Bu inşanın içerisinde de ister istemez kendi derdimizi anlatabilmek için yine başkaları tarafından inşa edilmiş, muhtemelen beyaz erkek ve heteroseksüel birileri tarafından inşa edilmiş bir dili kullanmak zorunda kalıyoruz. Bu dili de okulda öğreniyoruz. Dil de bir inşa ve sonuçta bütün bu inşalar, özellikle kadın olarak senin fail olabileceğin bir dünyaya izin vermiyor. Ama bunu söylerken umutsuz bir yerden baktığım düşünülmesin lütfen. Aksine bu kadar inşanın içerisinde “Biz kendi dilimizi nasıl var ederiz?” sorusunun peşindeyiz. Aynı araçları özgürleşmek için nasıl kullanabiliriz? Bu nedenle de bedenle yapılanı, fiziksel olanı çok önemsiyoruz. Evet, bu yapıştırılmış yapının içerisindeyiz ama hareket ederek bedenimizle yeni ifade biçimleri bularak, uzamla ilişki kurarak kendimizi yeniden var etmeye çalışıyoruz. Okulda da öğretilen bu eril dili alıp, eğip büküp kırmak. Bunu yaparak kendimize alan açmak.

Cansu Canaslan: Mesela okulda ya da evde kız çocuğunun çok hareket etmesi, koşup oynaması doğru bulunmaz. Ben kendi çocukluğumdan şunu fark ettim, ben bedenimi güçlü yetiştirememişim. Hiçbir zaman bir erkek çocuğu kadar spor yapmamışım, düşüp kalkmamışım. Bunları yapmak istediğimde uyarılmışım, engellenmişim. “Kızlar öyle şeyler yapmaz” diye ayıplanmışım. Kadın olarak bedenlerimiz çok daha kapalı kalıyor bu nedenle. Bedenimizle kurduğumuz bağlar kopuk, saklanmak ve korumak üzerine. Sahnedeyken de kadın oyuncu olarak bu sorunu yaşıyoruz. Bedenimi açmak ve özgürleştirmek için ona yeniden öğretmem gereken şeyler var sahnede bile. Kendi mesleğim üzerinden anlatmaya çalışırsam, erkek oyuncu bedeni, kadın oyuncu bedeninden daha özgür hareket edebiliyor. Psikolojik olarak kendimizi baskılamaya öyle alışmışız ki, “düzgün durmalıyım, oturmama dikkat etmeliyim, herhangi bir yerimin görünmesine izin vermemeliyim” diye düşünüyoruz. Birisine zarar vermemeliyim, bana birisi zarar vermemeli. Bedenimiz ve zihnimiz bu parazitlerle dolu. 

Bengisu İspir: Ya da güzel olma zorunluluğu. Estetik algılarımızdaki baskı da eğitimin bir parçası. Sistemin içinde var olmak istiyorsanız, sistemin talep ettiği gibi olmak konusunda zorlanıyorsunuz. Kendi deneyimim üzerinden diyebilirim ki, konservatuara hazırlandığım dönemde 18 yaşındaydım, bir sınava hazırlanmaya çalışıyorum ama aynı zamanda beni hazırlayan insanlar bana sürekli “Kilo vermelisin, dişin yamuk, onu yaptırmalısın, sınava girmeden önce bunları yaparsan avantajlı olursun”. “Her üniversitenin aldığı belli tip kadın oyuncu vardır, bunları gözetmen gerekiyor” gibi telkinlerde bulunuyorlardı. Kendime en güvenmem gereken, en özgür hissedip sanatsal yaratıcılığımı deneyip, araştırıp, keşfetmem gereken yerde zihnimin uğraştığı şeylerin bunlar olması çok rahatsız ediciydi. Kadın oyuncular olarak hepimiz biliyoruz ki bu okul süresince, okuldan sonra iş ararken de devam ediyor. Yine kadına dayatılan, yapıştırılan bir “güzellik” algısı var. Oyuncu olarak da bu kriterlere uymuyorsan var olamıyorsun. Üstelik bunların hiçbiri sağlığıma ya da yeteneğime bir şey kazandıracak eleştiriler değildi. Bunu hala yaşıyorum ama 18 yaşında etkilendiğim kadar etkilenmiyorum çünkü buna karşı dirençli olmayı öğrenmek zorunda bırakıldım. Ama o kadar gençken beni çok etkilemiş ve yaralamıştı. 

Pınar Arabacı: Oyundaki ışık kullanımından bahsedecek olursak, gölgelerle kurulan ayrı bir oyun var sanki. Bazen gölgeler o kadar kuvvetli bir imge haline geliyor ki sanki bu kadınların başka bir personasına dönüşüyorlar. Bunu tasarlarken aklınızda ne vardı? Ayrıca oyunda ışık ve renk geçişlerinin kullanımı ile yaratılan uzam ve duygu geçişleri görüyoruz. Bu renkler ve mekânsal dönüşümlerden bahsedebilir misiniz? 

Pınar Akkuzu: Reji yaparken amaçladığım tek kadından çıkıp bir sürü kadın imgesini vurgulamaktı sahnede. “Kendi hayatlarında öldürülmemeye çalışan her kadının hikayesi” demişti Elif Hoca oyun için. Bu deneyimin ortak oluşu ve bizim anlatmaya çalıştığımız hikâyeye çok benzer bir sürü kadının oluşunu, ışık ve gölge oyunundaki çoğaltma ile vermek istedik. Sevgili Utku Kara’yı ışık tasarımı için davet ettiğimizde de bu sahnede bir sürü kadın var, bu kalabalığı ışıkla nasıl temsil ederiz sorusu ile yola çıktık. Öyle bir şey görelim istedik ki sahnede; bir şeyler parçalansın, kopsun, dağılsın. Sonra tekrar bir araya gelsin, sonra tekrar parçalansın. Dursun. Kendini gölgelerle, renkle, ışıkla yeniden üretsin. Sonra yok olsun ve bu oyun boyunca devam etsin. Işıkla üretmek istediğimiz anlam buydu. Utku da bizi çok iyi anladı ve kendi yaratım alanında kurduğu atmosferle oyuna bambaşka bir boyut kattı. Mekânlar da ışıklarla ve renklerle mutfak oldu, okul oldu, duyguların yoğunluğu oldu. Yapmak istediğimiz şeye ulaştık diyebilirim.

Pınar Arabacı: Oyunda bahsedilen babaanne, bir kadın olarak diğer kadınların üzerinde baskı kuran, onları yeri geldiğinde korkudan tir tir titreten, otoriter bir figür. Belki baktığımızda onun hikayesinde de benzer acıları ve mecburiyetleri göreceğiz. Buna rağmen kendisine yapılanları o da ailesindeki, etrafındaki diğer kadınlara uyguluyor. Kadınların kadınlar üzerinde kurduğu baskı hakkında ne düşünüyorsunuz? 

Pınar Akkuzu: Erkeğin başta olduğu bir piramitte ayakta kalmaya çalışan kadınlar var. Orada bir yerden sonra kadın “kadın” olmayı yitiriyor ve ona bu baskıyı uygulayanı o kadar içselleştiriyor ki ona dönüşmeye başlıyor. Artık orada kadınlık devreden çıkıyor. Eril dille konuşan, tahakküm kuran ve onun sürdürülmesine hizmet eden bir kadın devreye giriyor. Bunu, acıtmak için bilinçli olarak da yapmıyor babaanne. Onun temsil ettiği bu kadınlık biçimi bu, başka türlüsünü bilmediği için böyle davranıyor. Bu da o kadının kendi tercihi değil ki. Ona boyun eğmek öğretilmiş o da kendi gelinine, torununa bunu uyguluyor. Kadın eril sistemi o kadar içselleşiyor ki artık başka bir tahakküme ihtiyacı kalmıyor. Kendi üzerinde kendi kuruyor o baskıyı zaten. O babaanne de kendi babaannesinden gördüğünü uyguluyor. O babaannenin yetiştirdiği erkekler var bir de. Bütün bunlar erkek için de çok zor aslında. “Herkes için feminizm” dediğimiz yer de bu nedenle çok önemli bence. Erkek ağlayamaz, duygularını belli edemez, erkeliğine laf getirecek herhangi bir insanı duygu ve davranış içinde bulunamaz. Kırılgan olmaya hakkı yok. Biz bu kodların hepsinin birden kırılabildiği bir dünya hayal ediyoruz. Ev içindeki “toplumsal cinsiyet kodları” altüst oldukça hepimiz özgürleşeceğiz bu nedenle. Bu da ancak her öznenin kendi tahakküm nesnelerini fark edip kendi özeleştirisini yapması ile mümkün olacak.

Pınar Arabacı: Kadınların mutfak ve ev ile kurdukları ilişki tarihsel süreç içerisinde defalarca yeniden tanımlandı değişti, dönüştü. Mutfak bir hapishane oldu bazen, bazen de şifacılıkla, beslemekle ve hayatı sürdürmekle ilgili kutsal ve hatta keyif alınan bir yer olarak kodlandı. Sizin mutfakla kurduğunuz ilişki nedir?

Cansu Canaslan: Biz provalarda da oyuna çalışırken de bunu çok konuştuk. Mutfakta olmak kadın için kötü, istenmeyen bir şey mi? Elif Hoca da bu oyunu mutfakta yazdığını paylaştı bizimle. Biz de oyuncular olarak oyunu çalışırken kendi evlerimizin mutfağında uzun vakitler geçirdik. Ama orada galiba çizgi şu: Kadın ne deneyimliyor mutfakta? Hizmet veren mi mecburi olarak yoksa kendi iradesi ile mi orada olmayı tercih ediyor? Yine kendi kararını alıp alamamakla ilgili olduğunu düşünüyorum. 

Pınar Akkuzu: Biz üçümüz de mutfakla arası iyi olmayan kadınlarız. Nasıl hızlıca çıkabiliriz oradan diye düşünen. Neden bilmiyorum, prova süreci boyunca yemek yaptığımız zamanlar uzadı, mutfakla ilişkimiz dönüştü. Bu, gündelik pratiğimde bir yemek yapma ihtiyacı doğurdu. Cansu’nun da dediği gibi, kararı kim veriyor? “Çocuğum, kocam aç kalmasın. Benim neyi yemeyi ya da pişirmeyi sevdiğim önemli değil. Yeter ki onlar yesin, doysun. Kadın olarak benim vazifem bu ve bunu yerine getirmeliyim” üzerinden mi mutfaktayız? Yoksa bunu kendi istediğimiz için mi yapıyoruz? Örneğin bir arkadaşımın annesi eşinden ayrıldıktan sonra şöyle bir deneyim yaşadığını paylaşmıştı benimle. Evde tek kaldığında mutfağa girmiş yemek yapmak için ve ben hangi yemeği seviyordum diye sorduğunda uzun süre hatırlayamamış. Kendi için bir şeyler pişirmeyeli o kadar uzun zaman olmuş ki. Mutfağın kodlarını belirleyen de bu deneyim. Ama mesela çalışma hayatına bakalım; mutfak sermayeye ait olduğunda işler değişiyor. Sektörde kadın aşçı olmak zor, dışlanan bir şey. Erkek şefler ön planda. Sektörel mutfak için kadınlar güçsüz, yetersiz bulunuyor. İş sektöre döndüğünde, pastanın büyük payı yine erkelere ayrılıyor. “Hani mutfak benimdi, bu benim işimdi, kutsal görevimdi?” Ama bu ücretsizken böyle, işin içine bu emeğin karşılığını ekonomik bir değer olarak almak girdiğinde kadının durumu yine değişiyor. 

Pınar Arabacı: Son olarak sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Pınar Akkuzu: Ben bütün bu süreçte yanımızda olan diğer tüm ekip arkadaşlarıma da buradan teşekkür etmek ve özellikle yapımcımızı anmak istiyorum son olarak.  Yapımcılık aslında tiyatrodan ziyade sinema sektöründen aşina olduğumuz bir kavram. Tiyatro alanında çok az yapımcı var. Fakat biz bu süreç boyunca yaratım ve üretim aşamalarında bir yapımcıyla çalışmanın çok avantajını yaşadık. O yüzden yaptığımız bu işte yapımcımız Gökhan Civan’ın da katkısı büyük. 

Pınar Arabacı: Bu güzel söyleşi için teşekkür ederiz.

Pınar Akkuzu: Biz de size ve Tiyatro… Tiyatro… Dergisi’ne çok teşekkür ederiz

KAYNAK: PINAR ARABACI – YAVUZ PAK
Oyunun Künyesi
Yazan: Elif Candan
Yöneten: Pınar Akkuzu
Oynayanlar: Bengisu İspir, Cansu Canaslan
Yardımcı Yönetmen: Gizem Akdoğan
Hareket Tasarımı: Ceyda Özcan
Müzik Direktörü: Berkay Özideş
Işık ve Sahne Tasarımı: Utku Kara
Kostüm Tasarımı: Hilal Polat
Afiş Fotoğraf: Murat Dürüm
Afiş Tasarım: Deniz Benzetsel
Işık ve Ses Operatörü: Berat Aydın
Yapımcı: Gökhan Civan
Yapım: Nushu Tiyatro & Echoes Sahne
Süre: Tek Perde, 60 Dakika
Seanslar
Afiş

içerik ekle

sitemizde yayınlanmasını istediğin haber, eleştiri ve değerlendirme yazılarını kolaylıkla yayınlayabilirsin

benzerler

Yorumlar

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Okunası yazılar

E-Posta Bülteni Kaydı

Size sitemiz ve tiyatrolar ile ilgili haberler göndermek istiyoruz