Duvarlar üstünüze üstünüze gelir mi hiç? Gelir, değil mi… Hele bir de yalnızsanız o dört duvar arasında: fiili ya da mecazi, kimse yoksa yanınızda. Anılarla yaşamaktan başka çareniz kalmaz. Anılar, tatlı bir nostalji hissi yarattıklarında güzel gelir insana. Ama bazen onları anımsamak, kendinizle hesaplaşmayı da beraberinde getirir. O yüzden bazı hatıraları sonsuzluğa gömeriz, hesaplaşmaktan korktuğumuz için. Ya da zamanın gölgesinde bırakırız onları… Kendimize ait olmayan ancak neden kendimize ait olmadığını sorgulamaktan kaçındığımız rutinlerde kaybolur bütün o yaşananlar. Rutinler… Hem hatırlamak gibidir, hem de hatıraları örtmek için birebirdir… Tökezleyip düştüğünüz o yolu, sağlam adımlarla tekrar tekrar yürüyerek o sarsıntının gerçekleşmediğini varsaymayı denemediniz mi? İnsanız. Çocuklukla yoğrulmadıkça gerçekleşemiyoruz bir türlü. Ne olursa olsun, bir uçurtmanın kuyruğuna takılıp gitmekse… İşte o serüvene atılmadıkça, büyüyemiyoruz.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın 2023 yılında prömiyer yapmış olan oyunu olan Uçurtmanın Kuyruğu, geçtiğimiz günlerde Eskişehir’e turneye geldi. İyi ki de geldi… Çünkü uzun zamandır bu denli ruhuma dokunan bir oyun izlememiştim. Sanatın iyileştirici bir gücü varsa (ki kesinlikle böyle bir güç var) bu oyunda bunu hissetmek fazlasıyla mümkün. Acıklı bir baba oğul hikayesinin, yüreğimi bu kadar şifalandırabileceğini asla düşünemezdim. Bu maharetin ana kaynağı; elbette ki muhteşem bir kaleme sahip olan Savaş Dinçer usta. Ne tuhaf… Kendisini 2007 yılında zamansızca kaybetmiş olsak da, ölümünün üzerinden geçen bunca zamana rağmen hala yüreğimize dokunabiliyor. Üstelik bunu sağlayanın, oğlu Barış Dinçel olması da derinleştiriyor bu dokunuşu bana göre. Sade bir dille yazılmış, içinde esaslı manalar saklı ustalıklı bir metne sahip olan Uçurtmanın Kuyruğu, herkesin kendinden bir şey bulabileceği türde bir oyun. Kimisi çocukluğundan, kimisi yarım kalmışlığından, kimisi gerçekleştiremediği hayallerinden, kimisi ise kendiyle olan savaşından çok şey anımsayabilir oyunu izlerken. Pek derin mevzuların, duru cümlelerle anlatılması büyük maharettir benim gözümde. Bana kalırsa birçok yazarların yakalayamadığı türden bir duruluk bu. Bu vesileyle, büyük usta Savaş Dinçel’i, bir kez daha saygı, sevgi ve minnetle anıyorum.
Babasından kalma bir evde, babasından kalma eşyalarla, babasının tercih edeceği türden bir takım elbisenin içinde bir genç adam… Ömrü kadar düz bir kağıda, bir şeyler karalar ve karalar ve karalarken kapı çalar… Gelen adam, öylesine esaslı bir misafirdir ki, planlanan gidişat değişecektir, malum. Oysa genç adam, değişime direnir; geçmişi sevdiğinden değil, geleceği bilemediğinden… İnsan da tam olarak böyledir. Bilindik acıları tekrar tekrar tecrübe etmeyi; bilinmez mutluluğun potansiyeline tercih eder. İşte bu yüzden bu hikaye, kadın-erkek fark etmeksizin herkesin yüreğinde karşılık bulacak türden bir anlatıya sahip.
İçe doğru çatılmış duvarlar, antika denecek kadar eski eşyalar, evin geneline hâkim olan o iç sıkıcı renk: kahverengi… “Renkli” hiçbir şeyin olmadığı bir ev burası. 1900’lü yıllardan itibaren herhangi bir döneme ait olabilir bu dekorasyon. O denli eski ki, hangi kuşaktan miras kalmış bu köhnelik, bilinmesi mümkün değil. Ama babadan oğula devam ettirilmiş, orası aşikar. Belli sınırları olan bu dekorun, kendine has çizgisinin dışında kalan o muğlak kısımlar beni çok daha fazla içine çekti. Genç adamın babasından kendisine kalan o ev, milim milim çizilmiş. Tüm detaylar fazlasıyla gerçekçi. Ancak o duvarların dışında kalan her yerde (ki buna evin dış kapısının çevresinde kalan boş kısım da dahil) keşfedilmeyi arzulayan bir boşluk var. Görmezden gelinmiş, içinde muazzam bir potansiyel barındıran bir boşluk bu. Mavi renkle, özgürlüğü vaat eden ancak bunun dışında bir ipucu vermeyen, muhteşem bir boşluk… Barış Dinçel’in dekor tasarımındaki ustalığı, bu oyunda kendisini çok net bir şekilde belli ediyor.
Metin ve dekor etkili olabilir. Ancak oyunculuklar etkisiz olduğunda, en maharetli hikaye bile, boş bir zırvadan öte bir şey olmaz. Tiyatro, hikaye anlatma sanatının bir başka türevidir. Ve oyuncular da yazarla aynı göreve sahiptir: hikayeyi doğru anlatmak… Gün Koper’in en ince detaylara kadar büyük bir başarıyla ortaya koyduğu oyunculuğu, beni kendisine hayran bıraktı. Bütünüyle geçmişte kalan ancak geleceğe bir adım atmak istese de bunun için cesarete ihtiyacı olan o genç adam, tüm gerçekliğiyle karşımızdaydı oyun boyunca. Ali Yoğurtçuoğlu’nun içtenlikten ödün vermeyen ve tek vücutta birçok karakteri barındırdığı performansı da fazlasıyla etkileyiciydi benim için. Bedensel olarak birbirinden bu kadar farklı iki oyuncunun tercih edilmesi harika bir karar olmuş. Hem metin, hem oyunculuk hem de anlatı tercihi bakımından her şeyin birbirine birebir denk düştüğü, izleyende iz bırakacak türde bir oyun izlemiş olmak, bana tarifi mümkün olmayan bir haz verdi. Yazımın başında da belirttiğim gibi, beni şifalandıran bir oyun deneyimiydi benim için.
Atalarımızın devamlılığı isek bu dünyada… Ve eğer onların benimsediği şeyleri taşımakla yükümlendiriliyorsak; bilin ki mecbur değiliz. Bizden öncekileri (Anne-baba, dede-nine, büyükanne-büyükbaba) onurlandırmak ve onların benimsediklerini devam ettirmek zorunda değiliz. Onların deneyimini tanıyıp, kendi deneyimlerimizi üstüne ekleyerek sürdürebiliriz hayatı. Sürdürmeyebiliriz de… Tercih bize kalmış. Rutini devam ettirmek de, tamamen yeni bir düzen oluşturmak da bizim elimizde. Fakat her şeyden önemlisi; vazgeçmemek… Uçurtmanın Kuyruğu, her kelimesiyle vazgeçmemek üzerine bir oyun; hayattan, ihtimallerden ama en çok da kendimizden…
Oyunun Künyesi YAZAN:SAVAŞ DİNÇEL YÖNETEN:BARIŞ DİNÇEL MÜZİK VE EFEKT TASARIMI: EMRAH CAN YAYLI DEKOR TASARIMI: BARIŞ DİNÇEL KOSTÜM TASARIMI: GAMZE KUŞ IŞIK TASARIMI: OSMAN AKTAN YARDIMCI YÖNETMEN: HÜSEYİN TUNCEL YÖNETMEN YARDIMCILARI: GÖZDE İPEK KÖSE, GİZEM AKKUŞ SÜRE: 110 Dk. / İki Perde OYUNCULAR: ALİ YOĞURTÇUOĞLU, GÜN KOPER Topluluk: İBB Şehir Tiyatroları Tür: Komedi Seanslar Afiş