Bir insan olarak bu dünyaya ne için geldiğimizle ilgili herkesin mutlaka soru işaretleri olmuştur. Ve büyüyüp geliştikçe bu konuda bir fikir ediniriz, kendimizce. Kimisi için yaşamak: doğum ile ölüm arasında gerçekleşen bir dizi deneyimden ibarettir. Kimisi içinse zengin fakir ayırt etmeksizin, baştan sona acı çekmektir. Evet, nefes aldığımız ilk günden başlayarak, canımız acıyor burası kesin. Fark etmiyor nerede ve hangi şartlarda yetiştiğimiz. Acıyor sonuçta; bazen etimiz, bazen ruhumuz bazense zihnimiz… Bu can acısıyla nasıl baş ediyoruz, işte bütün mesele bu… Bizi yakan yabancı bir el ise, sorumluluğu ona yüklemek ve bir ömür onu suçlamak en kolayı. Yaban Arısı da acı çekmek ve acı çektirmek üzerine yazılmış seçkin bir oyun.
Morgan Lloyd Malcolm’un kaleminden çıkmış, içinde şaşırtıcı ters köşelerin olduğu etkileyici bir metin, Yaban Arısı. Eskişehir Şehir Tiyatroları tarafından 2023 Mart ayından beri seyirciyle buluşmaya devam ediyor. Akran zorbalığını temel alan hikâye, birbirleriyle çocukken çok iyi arkadaş olan ancak büyüdükçe birinin diğerine hem psikolojik hem de fizyolojik şiddet göstermesiyle mahvolan iki kadının, yıllar sonra bir araya gelmelerini anlatıyor. Metnin dili sade ve günlük bir dilde yazıldığı için, içinde öyle “büyük” laflar yok. Ancak hikayenin kendisi o kadar akıcı ve etkileyici ki, öyle aforizmalar içeren kocaman cümlelere zaten ihtiyacı yok. Babasının şiddetiyle ve fakirlikle mücadele ederek büyüyen, hayatının en muhteşem ve aynı zamanda acılı yılları olan ergenlik döneminde takılı kalmış, otuzlarının başındaki Carla ile maddi durumu yerinde olan ve kendisini çok seven ebeveynler tarafından yetiştirilmiş, bilgili, kültürlü Heather’ın arkadaşlıklarının dinamiği öylesine doğru bir şekilde kurulmuş ki, hikayenin gücü bu aykırılıktan besleniyor. Safi iyiliğin veya safi kötülüğün var olmadığına inanan birisi olarak, karakterlerin bu denli kusurlu ve haklı olmaları beni çok tatmin etti. Perdelerini açtığı günden bu yana, Eskişehir Şehir Tiyatroları’nca sahnelenmiş olan birçok oyunu izlemiş birisi olarak, yıllardır benimsedikleri düstura uymayıp, yakın zamanda yazılmış güncel bir oyunu sahneye koymalarına çok mutlu oldum. Kurum repertuarlarına geçmiş, dünyada ya da ülkemizde kültleşmiş olan tiyatro eserleri elbette sonsuza dek sahneye konmalı, buna hiçbir itirazım yok, olamaz da… Öte yandan Eskişehir’de büyük eksikliği duyulan bir durum var ki o da güncel metinleri sahnede izleyebilmek. Günümüzün genç yazarları, elli-altmış hatta yüzlerce ve binlerce yıl önce yazılmış eserler kadar kıymetli eserler veriyorlar. Ne yazık ki çoğu taze yazar, kurum tiyatroları tarafından neredeyse hiç destek almıyor. Bu bağlamda şunu mutlulukla söyleyebilirim ki; gündeş bir eseri sahnede izleyebilmek beni çok gururlandırdı.
Kapalı perdeyle başlayan oyunun üçte birlik ilk kısmı, sahnenin sol tarafına kurulmuş olan masa ve sandalye üzerinde geçiyor. Ben şans eseri sol ön taraflarda oyunu izlediğim için bu kısım beni oyundan kopartmadı. Ancak sağ arka taraflarda izlemiş olsaydım aynı deneyimi yaşayamayacağıma eminim. Kapalı perde önünde uzun bir pasaj oynamak çok özel bir tercihtir. Oyunun tür olarak böyle bir şeyi kaldırıp kaldırmayacağı, yönetmen tarafından iyi değerlendirilmelidir. Bana kalırsa ilk sahnedeki kafe sahnesinin perde önünde oynanması, akla ilk gelen rejisel çözüm olmuş. Heather’ın evinde geçen oyunun ikinci sahnesinde bizi sanat eserleriyle süslenmiş klasik bir salon dekoru karşılıyor. Metin burayı zevkli bir salon diye tasvir etse de ben mobilyaların modernlikten çok uzak stilinden ötürü pek zevkli bulamadım. Salon dekoruna modernlik ve zevk katan tek şey, duvarlara asılmış olan tablolardı. Oyuna adını veren, tarantulaları avlamakla ünlü olan yaban arısını duvarın ortasında kocaman bir dekor şekilde gördüğüme pek memnun olamadım. Yazarın metnin paragraflarında: “Duvarda camlı çerçevelerde ölü böcek koleksiyonları var. Çoğunlukla kelebek ama örümcekler ve özellikle dikkat çeken, ayrı bir çerçevede Tarantula Şahini Yaban Arısı koleksiyonu var,” diye tasvir ettiği yaban arısı ve örümceği, kocaman birer maket olarak görmek bana proje tasarımcılarının “seyirci ya anlamazsa” kaygısının bir dışa-vurumu olarak geldi.
İçinde birkaç güzel ters köşenin olduğu duru bir hikaye olan Yaban Arısı, ne yazık ki oyunculuklarda hevesleri kursakta bırakıyor. Hikaye ve karakterler öylesine derin ve kuvvetli ki, nasıl oynanırsa oynansın, izleyende belli bir etki bırakıyor. Sanırım, oyunun bütününde beni gerçeklikten en çok koparan unsur, oyuncuların sırf reji olarak seçilmiş hareketleri içselleştirmeden, yavan bir şekilde oynamaları oldu. Oysa sahne oyuncunun özel alanıdır ve bu alan içinde rol neye izin veriyorsa onu özgürce yapmalıdır. Her hamle, rolün kendi gerçekliğinde cereyan etmelidir ki seyircide gerçek bir tesir bırakabilsin. Mesnetsizce, ezbere atılmış her adım, seyredenin gözüne öyle bir batar ki, haz almak imkansızlaşır. Oysa bir oyun çıkarırken çekilen onca cereme, bu hazzı gerçek kılabilmek için çekilmelidir. Bu bağlamda kopuklukları çok olan bir oyun izleme deneyimiydi benim için.
Yönetimsel anlamda beni en çok hayal kırıklığına uğratan öge ise oyunun finali oldu. İnsan olarak, bir hikayenin umutlu bir şekilde bitmesini can-ı gönülden tercih ediyor olsam da, hikaye anlatma sanatına gönül vermiş biri olarak şunu açık bir şekilde biliyorum ki; anlatılan her hikaye umutlu bitemez ve hatta her hikaye de umutlu bitmemelidir. Bu konuda yazarın tercihine saygı duymak lazım. Bazı şeyler kötü sonuçlanmalıdır ki hikayeye maruz kalanın içine dert olsun. Çünkü ancak o zaman bu kötü bitiş, kendi hayatımızdaki karşılığını bulur. Ve bunu anladığımızda o hayatın kötü bitmesine izin vermeyiz. Sonu kötü biten hikayeler de en az iyi biten hikayeler kadar faydalıdır. Bazen izlediğimiz bir oyunda katharsis yaşayamamak, kendi hayatımızdaki sonu olmayan sonlara göz atmamıza sebep olur. İzin verin, biz seyirciler de biraz acı çekelim. Çekelim ki o acıların anlamını keşfedelim. Bize sunulmuş cevaplara ihtiyacımız yok; kendi bulacağımız cevaplara ihtiyacımız var. Yeter ki doğru sorular sorulsun. Yaban Arısı’nda, yazar bize oyunun finalinde çarpıcı bir şekilde soruyor sorusunu zaten . Yönetmenin; yazılmış finali değiştirmeden ve ille de umut kaygısı gütmeden bu sorunun altını çizmesini beklerdim. Oyunun orijinal finalinin değiştirilmesi benim için hüsran verici bir deneyim oldu.
Bu can acısıyla, bu dünya sancısıyla nasıl baş edilir..? Bilin ki edilir. Çünkü baş etmeden yola devam edilemez. Oysa hayat yolun kendisidir. Yolu tıkayan engeller çıkacaktır elbet. Soruyorum size şimdi: engelin karşısına geçip “Sen benim engelimsin” diye haykırıp durmak mıdır yaşam dedikleri; yoksa “Sen benim engelimsin” diye kabullenip devam etmek midir… Siz de varoluşsal cevaplar arıyorsanız eğer, bırakın Yaban Arısı size cevaplaması zor sorular sorsun.





Oyunun Künyesi Yazan: Morgan Lloyd Malcolm Çeviren: Başak Gümülcinelioğlu Proje Tasarım: Savran Perk, Ezgi Coşkun Kostüm Tasarım: Tülay Kale Işık Tasarım: Mustafa Kala Oyuncular: Savran Perk, Ezgi Coşkun Topluluk: EBB Tür: Dram Seanslar Afiş