‘’Ona gözyaşlarını tutmayı başarırsa duracağımızı söyleyin’’
DT’nin bu sezon sahneye koyduğu yeni oyunlara baktığımda, Dogville afişini görünce oldukça heyecanlanıştım. Lars Von Trier, sinema okuduğum yıllardan aşina olduğum auteur bir isim. Bu tarz yönetmen filmlerinde, yönetmenin tarzını göz ardı edemeyiz ve aksine baskın biçimde okuruz. Oyuncu, hatta hikayeden bile önce yönetmeni hissederiz filmden. Bütün bunları tekrar düşündüğümde, acaba sahne üzerinde nasıl görünecek? Uyarlamada ne tür değişiklikler olacak? – ki film yaklaşık 3 saat sürmekte- Ve acaba bu süreyi tek perdede nasıl toparlayacaklar? Soruları eşliğinde salonda yerimi aldım. Elbette film eleştirisi yapmayacağım fakat ufak karşılaştırmalara değinmeden de geçemeyeceğim. Oyun ve film birbiriyle oldukça paralel şekilde ilerliyor. Trier, 2003 yapımı olan bu filminde, kurucularından olduğu ‘’Dogma 95’’ hareketinin tersine filmi stüdyoda çekmiş, minimum derecede dekor kullanmış ve filmin doğal akışında olan sesler dışında hiçbir sonradan eklenme ses kullanılamaz görüşünün tersine ekleme sesler (anlatıcı, makine sesleri, köpek) kullanmıştır. Bu filmde Trier’in sert üslubuna, diğer filmlerine nazaran sık maruz kaldığımız söylenemez (En azından hassas görüntüler içermez) . Bu açıdan bakıldığında da tiyatroya çok uygun bir metin. Ankara DT’nin bu sezon Christian Lollike uyarlamasıyla sahneye koyduğu Dogville’in yönetmen koltuğunda Emre Basalak yer alıyor.
Oyun, iş makinelerinin ışıkları ve sesleri eşliğinde henüz seyirciler salona girerken başlıyor. Sonrasında dekorun olmadığı ve kasaba sakinlerinin evlerini tebeşirle çizilen sınırlarla anladığımız mekan, Brechtyen bir havayla karşılıyor bizi. Oyuncular, oyun boyunca dekor ve eşya varmış gibi davranıyor ve sürekli devinim halindeler. Doğallık ve gerçekçilikten uzak, yabancılaşma ögeleriyle dördüncü duvar aşılırken bir ‘’oyun izlediğimizin’’ bilincine varıyoruz. Böylece dekorun olmayışı, asıl meseleyi anlatılmak istenen şeye odaklıyor ve oyuna oldukça eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşmamız kolaylaşıyor. Kasaba ve kasaba sakinleri, anlatıcı eşliğinde, antik tiyatroları andırırcasına bir prolog tarzı ile tanıtılıyor ve hikayenin içine girmeye başlıyoruz.
Ana oyun kişimiz Grace, oyuna sonradan, gangsterlerden kaçıp dogville kasabasına sığınarak dahil oluyor. Fakat kasabanın gözünde gangsterlerden kaçan bir kadın, kötü ve tehlikeli görünür. Trier’in filmlerine şöyle bir baktığımızda ana karakterin genelde kadın olduğunu görürüz. Ki Trier, Dogville ve Antichrist gibi filmleriyle oldukça tepki toplamış ve birçok kesim tarafından kadın düşmanı olarak nitelendirilmiştir. (Daha sonra filmlerindeki kadınların kendisi olduğunu iddia etmiştir) Filmlerinde sıklıkla kullandığı cinsellik teması etrafında bu arzu nedeniyle kadınları cezalandırdığını (özellikle Antichrist’te) görürüz.
Burada da Grace’in kasabaya gelişi, bir nevi kasabanın düzenini alt üst eder. İlk bakışta kasaba insanlarının Grace’i korumaları ve içlerine almalarıyla onların iyi insanlar olduklarını düşünsek de dengeler, sömürü ve tacize kadar dayandığında keskin bir biçimde değişir. Anlarız ki oyun başından beri kötü taraf kasaba sakinleriydi. Grace’in henüz her şeye rağmen iyiliğin etrafında ısrarlı bir şekilde durması, babasının kasabaya gelip onu bulmasıyla kırılır. Burada işin içine affetme, merhamet, kibir ve adalet kavramları karışır. Oyunun sonunda sadece ‘’Moses (Musa)’’ isimli köpek hayatta kalır. Ki oyunun sonlarına doğru Grace, zincire bağlanmıştı. Burada güçlü bir İsa-Musa çatışması var. Trier, din çerçevesinde de alegorik bir anlatımla sert biçimde eleştirisini yapmaktan geri durmuyor. İnsanın içindeki iyilik ve kötülük kavramlarını bu oyun üzerinden rahatça okuyabiliriz. Ki biz farkında olmadan bunu bize sorgulatan bir kurgu ile ilerliyor. İnsanın vahşi doğası ve her an sanki fırsat kollarcasına -fırsatını bulduğu an- içinden çıkmayı bekleyen kötülük, ancak bu kadar sade, olağan ve net biçimde anlatabilirdi.
Film, kamera açıları ve ışıklandırmanın etkisiyle daha gergin bir hava yaratmıştı. Oyunda da beni geren unsur koreografi (kasaba sakinlerinin seyirciye aniden ve doğrudan bakması) ve yine ışıklandırma oldu. Oyunun ışıklandırmalarını ve koreografiye olan desteğini çok beğendim. Müzikler de etkileyici ve gerilimi destekler biçimdeydi. Dekor olarak kullanılan, özellikle oyunun kritik anlarında sahnenin üzerindeki aynı anın arkaya kamera görüntüsü olarak yansıtılması şahane bir detay olmuş. Oyuncuların hepsi harika ve uyumlulardı fakat parantez içinde Grace’i canlandıran Senem Topkaya’yı ayrıca beğendim. Karakteri sempatik bir taraftan çok iyi yansıttı. Bence oyunun sonucu seyirciye müthiş bir katarsis yaşatıyor. Oyunu da etkileyici kılan etmenlerden biri de ana karakterin yaptığı seçim ve dönüşüm çünkü.
Mevzu Trier olunca, konu boyutlandıkça boyutlanır, açıldıkça açılır ve uzar da uzar. Aslında uzunca konuşulması da gayet keyifli olur. Fakat toparlamam gerekirse, ben oyunu çok beğendim. Kesinlikle bu sezonun kaçırılmaması gereken oyunlarından.
Oyunun Künyesi Yazan: Lars Von Trier Uyarlayan: Christian Lollike Çeviren: Nazlı Gözde Yolcu Yöneten: Emre Basalak Dekor Tasarımı: Bekir Beğen Kostüm Tasarımı: Tülay Kale Işık Tasarımı: Mustafa Bal Müzik: Oktay Köseoğlu Koreografi: Deniz Alp Görüntü Tasarımı: Turgay Aksoy Yönetmen Yardımcısı: Duygu Biçer Asistanlar: Ahmet Kılıç, Ahmet Sezen Oynayanlar: Başak Vural Tanrıseven, Senem Topkaya, Ali Karaca, Eda Yılmaz Yener, Buse Çağla Çelik, Bülent Çiftçi, Duygu Biçer, Emine Tekin Ünal, İpek Özdinç, Tuğberk Aksu, Nilsu Akman, Ceren Saraçoğlu, Kadri Özcan, Dilek Ersoy, Volkan Özman, Selen Bayındır, Tuncer Yığcı, Ege Eğerci, Oğuzhan Ağar, Ahmet Sezen, Burak Polat, Yunus Çördük, Şenol Yıldız Topluluk: Ankara DT Tür: Dram Seanslar Afiş