İnsan biriktiren bir canlıdır dostlar. Tabiatın içinde, böylesine bilinçli ve tanzimli bir biriktirme hali bir tek insanda görülür. Parayı kesesine, sahip olduklarını yuvasına, anılarını belleğine yığar. “Lazım olur belki, koy kenara” diye diye öyle şeyler toplanır ki kenar köşelerde; o birikenlerin altında kalınacaktır illa ki. Bundan sıyrılmaya çalışmak, insan olmanın ödevidir bir yerde. Biriktirdiklerinden sıyrılamayıp yaşamaktan muaf kalanlarla dolu dünya. Bundan yirmi-otuz yıl önce insanlar bir daha bulamam diye eşya biriktirirlerdi evlerinde. Şimdinin insanı ise kareler biriktiriyor; önce sanal profillerde ve akabinde, belleğinde… Hatırlıyorum oyunu, bellek denen bu kara delikte kısa bir yolculuğa davet eder gibiydi izleyenler için.
Her şeyden önce herkesin beğeneceği türde bir oyun değil Hatırlıyorum, bunu hemen başta belirtmeliyim. Ki bu bana kalırsa harikulade bir şey. Avrupa ve Amerika’da örneklerini çokça gördüğümüz ve nihayet Türk tiyatrolarında da deneyimlemeye başladığımız Post-Modern yapıda bir oyun olduğu için, o eskinin “Öğretici” amacı yok burada. Bu öğreticiliğe de zaten ihtiyacımızın olmadığını artık kabul etmek gerek. Söz konusu sizden başka birinin yaşamına dair bir deneyim edinmekse; hoş geldiniz. Buna hazırsanız eğer, bu oyun size bir şeyler anlatabilir. Bu bağlamda oyunun yazarı olan Ezgi Uzundemir sağlam bir iş çıkarmış ortaya. Çok özellikli bir hikayeyi, karakterin ağzından anlatarak izleyenin zihninde yer edindirmek, zordur. Üstelik çok basit bir dille, büyük aforizmalara sığınmadan anlatılmış bir hikayeydi bu… İzleyen için, oynayan kadar bir efor harcamak gerekiyordu anlamak için. Zaman zaman anlatı içinde kaybolduğumu söyleyebilirim. Hikayenin beni dışarı attığı ve anlamamı güçleştirdiği anlar vardı. “Bunu neden izliyorum” diye sorgularken buldum kendimi birkaç yerde. Bana yer yer bir anlam ifade etmese de oyunun içindeki anlamı bulmanın, izleyenin çabasına tabi olması çok hoşuma gitti. Ben hangi manayı yüklüyorsam, oyun o. Bu hikaye bir iç hesaplaşma mı, karakterin zihnine saplanmış travmatik anlar mı, ölmeden önce gözünün önünden geçen film şeridi mi… Yoksa sanatını icra ederken zihninde beliren küçük minik düşünceler mi… Hepsi ve hiçbiri… İzleyicinin hükmüne kalmış olan bu hikaye, işte tam da bu yüzden herkese göre değil.

Dario Fo Deneysel Sahne’de, adı gibi deneysel bir işin altına imza atmış birisi Berkan Kaplan. Daha önce yönettiği diğer oyunlarda da açıkça görebildiğim (hem oyuncu hem de izleyici için yarattığı) o serbest alanı, Hatırlıyorum’da biraz daha öteye taşıyabilmiş. Eskişehir gibi, tiyatronun her köşe başından selam verdiği bir memlekette, kendine has bir üslup ortaya koyabildiği için ona ayrıca saygı duyuyorum. Hatırlıyorum, benim bu sezon izlediğim kırk birinci oyundu ve izlediğim tüm diğer oyunlar içinde beni en çok zorlayanlardan birisiydi. Ne düşünmem ve hissetmem gerektiğine alıştırılmış biri olarak beni alışkanlıklarımın dışına çıkardı. Konfor alanımın çok dışında bir deneyim yaşadığım için, oyun bittiğinde kafam çok karışıktı. Ve bu kafa karışıklığı beni oyunu izledikten günler sonra bile dürtmeye ve düşündürmeye devam etti. Berkan Kaplan hiçbir oyununda seyirciye kısa bir yol sunmuyor, cevapları basitçe ortaya koymuyor. Hayat da böyle aslında… Bir ömür peşinden koşmak gerekebiliyor, tek bir cevap için. Ve o bir ömür koşunca anlıyoruz, her sorunun tek bir cevabının olmayabileceğini.
Tuval kadar beyaz bir sahnede, tuvalden taşan bir tavırla karşılanıyoruz daha sahneye inmeden. Doğa Solmaz, hikayenin hem içini hem de dışını anlatıyor bize, Ressam Devin olarak. Devin kim? Zihnindeki bir batağa saplanmış ve oradan kurtulmaya çalışan bir ressam mı ya da; onun hikayesini bize anlatan bir oyuncu mu? Yoksa belleğinde hapsolmuş bir ressamın hatırlama çabasını oynayan bir oyuncuyu oynayan bir oyuncu mu..? Soru işaretleri bol bu oyunda. Bunca katmanın içinde ise gerçeklikler var. O gerçeklik bazen Devin’in göğsündeki şaibeli kırmızı lekede, yüzündeki yara izinde, yanağından süzülen gözyaşında ve bazen sımsıkı tuttuğu fırçada.
Sahneye gerilmiş beyaz bezin üzerinde duran genç ressamın anlattıklarına kulak verirken, ışık biz seyircileri zaman zaman ifşa ediyor. Samed Erinç’in tasarladığı bu ani ışık değişiminin etkisi büyük. Işık size döndüğünde ya suçlu hissediyorsunuz kendinizi ya da öfkeli… Devin’in hesap sorduğu insanlardansanız eğer yüreğinizi bir mahcubiyet kaplıyor. Eğer aksine Devin’in yaşadıklarını deneyim etmiş biriyseniz, kendi başınıza gelen haksızlıkları hatırlayıp öfkeye kapılıyorsunuz. Bu ani ışık değişimi, ressamın hatırlama çabasına bizi de ortak ediyor ve biz de kendimize yapılanları hatırlıyoruz. Dekor tasarımında tercih edilmiş beyaz bezi de çarpıcı buldum. Tek bir boya kullanılmadan hepimizin gözü önünde tamamen duygularla çizilen bir resmin oluşum anına şahitlik etme olanağı tanıyor bize bu bembeyazlık. Oyun bittiğinde tüm izleyenlerin olmasa da bazılarının zihinlerinde kendilerine has bir resmin ortaya çıktığına eminim.
Anlamı boz, klasiği deş, gidişatı tersine çevir… Yeni dünyada yaşayan modern insana başka nasıl ulaşabiliriz ki. Binlerce yıl önce “Doğru budur. Doğru olandan sapma,” diyordu sanat ve hala öyle diyor. Belki yine de demeli ama nasılını oturup konuşalım. Ulaşmak istiyoruz; hem birbirimize hem de doğruya ama düz yolların hiçbirisi bir yere varmadı. Anlatmak için gönül verenler, o dümdüz yollarda kayboldu. Yazar kelimesiyle, dansçı figürüyle, ressamsa fırçasıyla öldü. Ölüyoruz… Biriktirdiklerimizle gömülmüyoruz. Hatırladıklarımızla yaşıyoruz.
Hatırlayın.
Hatırlıyorum…



Oyunun Künyesi
Yönetmen: Berkan Kaplan
Yardımcı Yönetmen: Emine Özge Yıldız
Yazar: Ezgi Uzundemir
Görsel: Veysel Ayvazoğlu
Afiş Tasarım: Hülya Metin
Işık Tasarımı: Samed Erinç
Dekor Tasarım: Berkan Kaplan
Makyaj Tasarımı: Elay İnce
Oyuncu: Doğa Solmaz
Topluluk: Dario Fo
Tür: Dram, Anlatı
Seanslar
Afiş