Şu ahir ömrümüzde yaşayacak az zamanımız kaldığını öğrensek ne yapardık? Aklımıza ilk gelen ne olurdu? Yoksa hasta mıyız? Ya şöyleyse, ya böyleyse… ya… ya… Bu ani katarsis, o güne değin yok saydığımız isteklerimizin, arzularımızın, yapamadıklarımızın peşine düşürebilirdi bizi. Küçümsediğimiz mutluluklar, ertelediğimiz sevinçler, bir anda kıymete binebilirdi. Belki de boşa geçmiş onca yıla hayıflanmayı bırakıp harekete geçebilirdik. O güne değin önemli saydığımız ipe sapa gelmez şeyleri bir yana bırakır, hayatın akışına uyumlanır, kaçırdığımız zamanın telafisine dahi girişebilirdik. Belki daha hoşgörülü olur, her şeyi olduğu gibi kabul de edebilirdik. Neyin önemli, neyin önemsiz olduğu hakkındaki kafa karışıklığımız da son bulabilirdi belki.
Peki seyrettiğimiz bir oyundan, zaman darlığının bizden değil de Dünya’nın görece ahir ömründen kaynaklandığını öğrenmiş olmak yüreğimize su serpebilir miydi? Yoksa o günden tezi yok bütün yükümüzü çeken mavi-yeşil gezegenimizin kıymetini bizden çok önce idrak eden Kızılderili bilge adama kulak verebilecek kadar erdemli olmayı seçebilecek miydik? “Son ırmak kurumadan, son ağaç yok olmadan, son balık ölmeden, paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak” bilinceulaştırır mıydı ki bir oyun bizleri? “Dünya’yı atalarımızın mirası olarak görmekten vazgeçerek çocuklarımızdan ödünç aldığımızın,” ayırdına varır mıydık bu son kertede?
Volkan Çıkıntoğlu’nun yazdığı, Gülhan Kadim’in 2023 Savaş Dinçel Ödülleri’nde ‘Yılın En İyi Yönetmeni’, 2023 Tiyatro Eleştirmenleri Birliği (TEB) Ödülleri’nde Yılın Yönetmeni’ ödüllerine değer görüldüğü, ilk defa Sabancı Vakfı ve Sakıp Sabancı Müzesi’nin üretim desteğiyle seyirciyle buluşan, benim ise Alan Kadıköy sahnesinde yakalayabildiğim, “Tek Kullanımlık Hikâye” adlı Kumbaracı50 oyununu, Dünya’yı İstanbul’un bir terasından gözlemleyen oyuncuların perspektifinden seyreyleme deneyimi oldu benim için.
Hemen hepimizin sosyal medya hesaplarımız aracılığıyla cümle aleme sunduğumuz, ömrü yirmi dört saatçik “hikâyelerimizi” de göz önünde bulundurarak her şeyi hızla tükettiğimiz bu çağda, anlatacak gerçek hikâyesi olan herkes dinlenmeye, kayda alınmaya, paylaşılmaya değerdir kanımca.
Kumbaracı50’nin web sayfasında oyun hakkında basında yer alan eleştirilere göz gezdirdim. Kendileriyle yapılan röportajlarda “Ne yapacağımız bilemediğimiz devcileyin bir mesele… Tıpkı ölüm gibi, tıpkı geride kalan çocukluk gibi, tıpkı içinde yaşadığınız şehir gibi…” diyen oyun yazarı Volkan Çıkıntoğlu ile “Merceği kendimize de tutarak, kişisel kayıplardan gezegenin kaybına varan bir yolculuğu kara komik bir yerden anlatıyoruz,” diyen ödüllü yönetmen Gülhan Kadim’in yanıtlarını okudum. İklim krizini kendilerine dert edinmekle kalmayıp elini taşın altına koymaktan çekinmeyen yazar ve yönetmeni, onların nezdinde oyunun yaratılmasına vesile olan Müzede Sahne projesinin genel sanat yönetmeni Emre Koyuncuoğlu’nu, oyunun sahneye konmasında emeği geçen bütün sanatçıları, oyuncuların hakkını da oyunun sonunda saklı tutarak gönülden alkışladım.
Oyun başladığında Dünya’nın geleceğinin kaygısını taşıyan Melih (Murat Kapu), Cevdet (İsmail Sağır) ve Orhan’ın (25. Afife Tiyatro Ödülleri ‘En İyi Erkek Oyuncu Adayı’, Meriç Rakalar) ortak tutkusunun şiir olmasına şaşırdım desem yalan olurdu. İlk anda isimlerin zihnimde yarattığı çağrışım ile Oktay’ı arayan gözlerim, Orhan Veli’nin “Oktay Rıfat’la Melih Cevdet’tir en yakın arkadaşlarım,” dizelerini anımsayan belleğimin yardımı ile Oktay’ı uygun bir yere konumlandırmanın rahatlığında, derdini dert ile değil, oyun ve eğlence ile göstereceği daha başından belli olan temaşayı seyre daldı.
Üç şair ruhlu adamdı Melih, Cevdet ve Orhan. Yaşadıkları şehre aynı terastan bakar gibi görünseler de her biri yaşamda durduğu yere göre yorumluyordu gördüğü manzarayı. Oyun ilerledikçe birbirleri ile iyi anlaştıkları her hallerinden belli olan ‘kankalar’, kişisel hikâyelerine yaşadıkları şehrin, mahallenin insanlarını da dahil ettikçe bizler de üzerimizdeki yabancılığı atarak sıcacık hissediyorduk hepsini yüreğimizde. Meğerse hepimiz aynı filmleri izlermişiz. Aynı karakterlerle güler, ağlar ve sonunda mutlaka iyilerin kazanacağına, kötülerin kaybedeceğine güvenirmişiz. Hep bizimmiş şiirler, şarkılar, türküler. O güzelim Türk filmleri, bize bizi bizimle anlatırmış.
Yaşar Kemal’in deyimiyle “O güzel insanlar, o güzel atlara binip de…” çekip gitmezden evvel, bütün güzel hikâyeleri, şiirleri, romanları, filmleri, oyunları yüreğimize üleştirivermişler gizlice. Ne vakit başımız dara düşse, ne vakit aşık olsak, beş parasız, işsiz kalsak, sözün özü, ne vakit sevincimiz, ne vakit tasamız boyumuzu aşsa, hep bu güvenli limana sığınırmışız da haberimiz yokmuş.
Aramızda “O vakitler Dünya şimdiki gibi değildi ki; insanlar hakikiydi belki ama konfor da azdı,” diyenlerimiz de olacak elbette. Her şeyin naylon olduğu bir Dünya’yı kendi elleri ile yaratan bizler, yaptıklarımız ile övüneduralım, kendimizi, Dünya’yı da alet ettiğimiz sahteliğin kurbanı olarak görmekten vazgeçmedikçe her şeye bir parça daha plastik karışacak, her gün biraz daha fazla karbonmonoksit soluyacak ve canımız çektikçe midye tavayla karışık ekmek arası mikroplastik yiyeceğiz. Artık şiirlerde, öykülerde, romanlarda daha az aşktan daha çok ekolojiden söz edeceğiz. Filmlere, oyunlara, eski dünyayla karşılaşabilme umuduyla bilet alacağız.
‘O mahur beste çalacak’ ve gözümüzün önünde, kentsel dönüşümden mustarip Orhan, “‘Müjgan’ ile ağlaşacak” belki yine. Yalnız güçlülerin ayakta kalabildiği varsayılan iş dünyasında, –herkesin misyonunu ve vizyonunu aradığı o ulaşılmaz yerde– Cevdet, kendininkini bulmak için ter dökerken, “Neşeli Günler” tadında mahalle özleminin sardığı bizler, hak ve adaletin timsali ‘Yaşar Usta’yı’ arayacağız sahnede hep beraber. Melih’in, Dünya’nın kötü gidişine ekolojik şiirlerle dur diyebilmeye sesinin soluğunun yetişmediği yerde biz, ağız dolusu gülerken taşı gediğine koyabilmesi umuduyla ‘Şaban’ı’ çağıracağız imdada.
Kim bilir, belki içimizde yangınlar çıkaran Dünya’nın bütün çöplerini oyun çıkışı yakalandığımız sağanağa teslim edecek, yol üstü bir mola yerinde tek kullanımlık bardaklarda sunulan kahveyi reddederek porselen fincan rica edeceğiz. Sezen’in “Belki şehre bir film gelir/ Bir güzel orman olur yazılarda/ İklim değişir, Akdeniz olur,” diyen buğulu sesine geri vokal yaparken gülümseyeceğiz.
İşte o an, kentin ruhsuz silüeti de değişecek ve hatta dönüşecek belki de. Ve ancak hayatımıza dahil olmaya çalışan tek kullanımlık her şeyi “sıfır kullanıma” dönüştürdüğümüzde bitecek “Tek Kullanımlık Hikâye” oyunu.
Ve eninde sonunda Dünya’da hakiki izler bırakmaya niyeti olan herkesin, kulaktan kulağa anlatılacak, dilden dile dolaşacak, yürekten yüreğe aktarılacak harflere, renklere, mimiklere, jestlere dönüşecek sonsuz kullanımlık birer hikâyesi olacak belki de.
Oyunun Künyesi Yazan: Volkan Çıkıntoğlu Yöneten: Gülhan Kadim Yönetmen Yardımcısı: Ceyda Akel Oynayan: İsmail Sağır, Meriç Rakalar, Murat Kapu Sahne Tasarımı: Kolektif Sahne Tasarım Uygulama: Efe Arslan, Zekeriya Ece Kostüm Tasarımı: Riyana Tufanova Kostüm Asistanı: Efe Arslan Işık Tasarımı: İsmail Sağır Afiş Tasarımı: Önder Sakıp Dündar Topluluk: Kumbaracı50 Yapım: Lemur Company Tür: Kara Komedi Topluluk: Kumbaracı50 Tür: Dram Seanslar Afiş